31 Temmuz 2013 Çarşamba

daha da aşk dolu olsun. Şerefe

artık her gece;
daha dumanlı 
daha neşeli
daha kederli
daha içten
daha karanlık
daha kaçak
daha yolsuz
daha da üstüne cilalı olsun.
tüm yasaklara karşı koymak gerek bazen. 
diren alkolik

bir kaçışın öyküsü


Yüreğin, kendinden kaçışına şahit oldunuz mu hiç? Ardı arkası kesilmeyen,ön/arka yüzü olmayan,aralıklı mesafelerle koşulan bir yolculuk özeti gibi.Uzunluğun gölgesinde büyüyen bir kısalıkta… Kendinizden de içeri olan bir benlikte, savrulan güz yapraklarının kuruluğunda hışırdayan bir tınıyla başlayan bu senfoni,ivme kazandırır oracıkta tulu eden yüksek akıma. Nasıl bir akımdır bilinmez ama,ateşiyle kasıp kavuran,yaşlarıyla bir damlayı yağmurlara boğan, rüzgarıyla küçük bir ateş kıvılcımını alevlendiren, toprağıyla bağrının ortasına düşmüş savunmasız tohumu devşiren verimlilikte ve derinlikte olan bir şey sanki. Taşkınlıklarıyla yüreğe husumet verse de sevgi ırmağı,meczup oluşuna kani olur kalbin üst geçit noktası. Kilit değmiş sürgün kapılar,anahtarın izini sürer olur bu inanılmaz kaçışta. Yüreğin başka bir aşktan kaçışı normal görünebilir,ama ya kendi içinden kaçışı nasıl izah edilebilir ki? İç taraf dışarıya hükümlü; dışarıysa içeri hükmeden durumda.Gerisin geriye gitse de yüreğin kaçış planları,önünü alamaz gitmenin bozgun oyununa.Halbuki her şey güllük gülistandır o meskende.Her parça kendi bütününde saklıdır ve her özne kendi yükleminden sorumludur burada. 

Peki ya bir yok oluş, bir başka varışa duyulan amansız özlem, bu kavramların yerini ters-yüz etmez mi acaba? Fırtınanın haysiyetine dokunulmuşçasına gazaplanan bir kavruluşa esir metruk evler misali, o munis hanede de yıkılmaz mı eşyalar yerinden bir bir.Her uzvun orantılı ve tutarlı olduğu bu çehreye,hangi tutsak el değdi ki yoğruluverdi sancı hamuru.

Bu kaçış nereye ve ne zamana dek sürecek? Hangi hesaba göre çetelesi tutulacak ve kaçıncı boyuta göre ordinatları kurulacak? Kaçınılmaz bir kaçışın sonunun ne olacağı bir meçhulden ibaret. Ve açılımların ve içe vurumların yazgılandırıldığı bu hemgamede, uzlaşının nasıl sağlanacağı da tam bir muamma. Ötede kendi sonunu hazırlayan bir hayat; beride ise sonun başlangıcını getiren üç nokta yani sonsuz harflerin suskunsuzluğa tekabül ettiği bir dünya.İki taraf da keskin bir bıçak sırtında durmakta. Çok ince ve hassas…

Öyle bir ikilemin eşiğinde beslenen bir aşk neye işaret edebilir ki?Kimin varlığından dem vurabilir ki?Hangi sert taşa başını çarpmış durumuna düşebilir ki?Giriftleşmiş bu sebep-sonuç ilişkisinin sonunda aşkın, yanan mı yoksa yakan mı olduğu ayan olacaksa da,bu bir diri küllenişe engel olamayacak.Aşkın kendisi yanmakta,tutuşmakta iken; aşığın maşukuna olan aşkının yakıcılığı o kadar müteessir olmasa gerek.Çünkü her ikisi de yanmaya amade,her ikisi de yakmaya müsait. Ve ikisinin de sırrı,kor bir ateşin külünde yanıklı. Ağıtların ardından gelen bu sükunette,feryatlar yükselse de yüceliğe doğru;asıl kazanımların kaybedişlere gebe olduğu asla unutulmamalıdır. Yürek,kendi iç sesini dinledi ve kayıpların tam orta yerinde yitirdiği sevdasını buldu. Eğer kaybetmeseydi, aramayı bilemeyecekti yürek ve eğer yok olmasaydı bu sevgide, varlığın tahakkümünü anlayamayacaktı. Bilinmezlikler diyarında yitirilip,kaybedecekti kendi bilinirliğini.

Mevcut bir yürek acısını dindirmeye hangi bir reçete derman olabilir ki? Teskin edebilir mi acaba yüreğin canhıraş bağırışlarını; dokunabilir mi közlenmiş, kavrulmuş dokusuna; giderebilir mi ezeli-ebedi hakikatlerden aldığı sonsuz doyumda ki açlığını; silebilir mi duvarlarına çizilen o sevgiliye ram olmuş resimleri, örtülü desenleri; koparabilir mi içinden, birbirine kördüğüm olmuş sevgi bağlarını; üzerini örtebilir mi hal lisaniyle döktürdüğü aşk tadında sözcükleri; okuyabilir mi boşluğa yazılan kelimelerin anlamını boğan ateşten bir gömlek giyen nesnel karşıtı manaları ve durdurabilir mi her vurgun sonrası açılmış yaradan akan kanın hızını. Çare olabilecek mi tüm bu dertlere, bir hekimce sunulan kimyevi dozlu reçete.Bu, sadece sathi bir çözüm getirir aykırı düşünceler niteliğinde olan karmaşık manzumeye. Bir imla kılavuzundan yaralanılıp, düzeltilebilen bir cümle öğesinden bahsetmiyorum ya da bozuk anlatımsal bir konuşmayı doğru ifadelendirme biçiminden. Benim aradığım nokta,özden yoksun olmayan bir tutum içinde bulunmaktan geçiyor galiba. Kalıcı ve bir o kadar da geçişlerle dolu bir helezon,kıvrımlı ama bir o kadar elif olmaya açık bir vav olma hali. Suni sancılardan soyutlanmış,gerçek dönüşümlere doğru açılan bir kıvranıştan bahsediyorum. Dokunulmamış bir bekarette akıtılan kara lekelerin değdiği yerlerdeki kirlenişi vurguluyorum.Açık yüreklilikte olmayan kapalı, ketum hislerin izini sürüyorum. Aydınlığın odağına gark olan siyahlığın sır perdesini aralıyorum. 

Kavuşmakların önündeki görünmez engelleri dışlanmaya hazır değerler haline getirmek istiyorum ve tehlikeli, saldırgan dalgaları sakin,durgun denizlere şikayet etmeyi diliyorum.Kaf dağının ardındaki gizleri ifşa ediyorum yeryüzüne,örülü yüksek duvarların bütün ses geçirmezliğine ve yıkılmazlığına inat. Tüm hayal ürünü gerçekleri hakikatin tevhidine teslim ediyorum, yalancı şahitlerin nezdinde. Kısa boylu düşünceleri, uzun metrajlı filmlere konuk olarak sunuyorum bir boy uzatma egzersizi mahiyetinde. Soğuk hisleri, koyu bir kızıllıkta olan ateşe sürüklüyorum, yüreğin derin kasesine boşaltıyorum onları ki, dem tutsunlar aşkın alacalı merkezinde. Ve yüreğin kaçış öyküsü bitmeden,heyecanların amuda kalktığı en can alıcı yerde -son- yazısını dillendirmek istiyorum, okuyucuların meraklı bekleyişleri çok beklesin diye…

Senin yerin..


Günlerdir içinde kopan fırtına nihayet dinmişti.


Kendince uygun gördüğü bir karar vermişti. Şu an çalıştığı okuldan ayrılacak, yeni bir okula geçecekti.


Verdiği kararın ne derece doğru olduğunu düşünmek istemiyordu. Sadece, içinde kopan fırtınanın, kendisini yiyip bitiren kararsızlığın ortadan kalktığına seviniyordu. 


Son gelişmeleri hanımıyla da paylaşmak istiyordu. Fakat belediyenin yeni restore ettiği tarihî hana gidip bir ikindi çayı içmeyi düşündü. 


Büfeden aldığı İngilizce dergi ve gazeteyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Hanın iç avlusunda hem çayını aaaaaaayacak, hem de aldığı gazete ve dergiyi karıştıracaktı. Çaycı artık kendisini çok iyi tanıyordu. Hayatın kargaşasından bunaldığı günlerde, haftada en az iki üç kere buraya uğradığı için aralarında bir tanışıklık başlamıştı. Artık, "Hocam, çayınız açık mı olsun, demli mi?" diye de sormuyordu ilk geldiği zamanlarda olduğu gibi. Öğrenmişti az şekerli ve açık çayı sevdiğini. Yine öyle oldu. Uzun boylu, cılız yapılı çaycı: "Hoş geldin hocam!" dedikten sonra elindeki açık çayı bırakıvermişti sehpaya. Çaycının böyle davranmasına şaşırmadı. 


Çayı alırken teşekkür etti... Elindeki dergi ve gazeteyi öylesine karıştırmaya başladı. Bir şeyler öğrenmek için okuyor havası yoktu. Zihni hâlâ verdiği karardaydı. Alnının kırışıklığından ve gözlerinin derinliklerinden, içindeki dalgalanmalar anlaşılıyordu. Dikkatini tam olarak toparlayamadığı belliydi. 


Biraz rahatlamak istiyordu... Vazgeçti elindekileri okumaktan. Düşünmek, dahası hayal kurmak istiyordu. Tarihî handa telâşla sağa sola koşturup duran insanları dalgın dalgın seyrediyordu. Fakat hayal dünyası, kendisini hiç vakit kaybetmeden toz pembe yanlarıyla sarıp sarmalamıştı bile. Tatlı bir rehavet hakim oldu bütün benliğine.


Yeni anlaştığı okulda alacağı maaş, eski okulunda aldığından iki kat fazla olacaktı. Bu parayla, şimdiye kadar ödemekte zorlandığı kooperatif taksitini ve üniversitede okuyan oğlunun masraflarını çok rahat karşılayabilecekti.


Evin taksitleri biter, bir de oğlu memuriyete geçerse sıra arabaya gelecekti. Artık gittikçe gelişen ve kalabalıklaşan bu şehirde, araba da şart olmuştu hani. Şehrin geniş caddelerinde bir sel gibi akan trafikte kendisinin de bir arabası olmalıydı. 


Kurduğu hayaller hoşuna gitti. Hafiften tebessüm etti. Elinde tuttuğu bardağın ne zaman boşaldığının bile farkına varamadı. Bir çay daha istedi. 


Sonbaharın bu ilk günlerinde, yaz mevsiminin sıcaklığı hâlâ devam ediyordu. Hanın ortasında bulunan asırlık çınar ağacının gölgesinde oturmakla, biraz olsun kendisini güneşten korumuş oluyordu. Çınar ağacının iri yapraklarından damlayan güneş ışığının parıltıları çayın sıcaklığıyla karışınca, içinden şairce duyguların geçtiğini hissetti.


İlk gençlik yıllarında aşka dair hissettiği duyguların bir kalıntısı gibiydi şu an hissettikleri. 


Zamanın bu mekânda çok hızlı geçtiğini hep söylerdi. Yine öyle oldu. Nasıl içtiğini fark edemediği birkaç bardak çay gibi, zaman da su gibi akıp geçmişti işte yine. 


Artık, eve dönme zamanıydı. Gidip hanımına da müjdeli haberi vermeliydi. O da sevinsindi. Zaten evlendi evleneli günyüzü görmemişti. Hep borç harç içinde yaşamıştı zavallı.


Bu sefer eve giderken otobüse binmek istememişti. Bir taksi tutup gitmeyi düşündü. Ne de olsa bugün sevinçli bir gündü kendisi için. 

Akşam yemeğinin hazırlığıyla meşgul olan hanımı kendisine "hoş geldin" der demez izin isteyip mutfağa yönelmişti. O da arkasından mutfağa geçti. "Hanım, sana iyi bir haberim var." deyiverdi sevinçle.

Tencereye koyduğu soğanları kavurmakla meşgul olan hanımı, "Hayırdır!" diyerek eşine döndü. Bakışlarından, ilk cümlenin devamını beklediği anlaşılıyordu. Şöyle bir açıklamada bulundu: "Yeni bir okulla anlaştım. Çok iyi bir maaş teklifinde bulundular. Artık biz de rahat yüzü göreceğiz."


Hanımı ocağı kıstı, tencerenin kapağını kapattı. Eşine biraz daha yaklaşarak: "Ama diğer yerden de memnundun. Orada bir düzenin ve huzurun vardı. Peki ya şimdi aynı huzuru bulabilecek misin yeni yerinde?" dedi. 


Hanımı, eşinin verdiği habere çok sevinmişe benzemiyordu. 


"Sen iyi olduktan sonra herkes iyidir. Ben de başta biraz tereddüt ettim ama, problem olacağını hiç zannetmiyorum." diyerek savunmaya geçti. 


Hanımı, "Hayırlısı..." diyerek tekrar yemeklerle meşgul olmaya başladı. 


Akşam ezanı okunuyordu. Mutfaktan çıktı. Üstünü değiştirip akşam namazı için hazırlık yapmaya başladı. 


Ertesi gün, eski görev yaptığı yere giderek, yeni dönemde kendileriyle çalışamayacağını, aslında çalışmak istediğini; fakat ekonomik şartların buna elvermediğini söyledi.


Müdür Beyin yüzündeki mütebessim ifade dağılıverdi. İngilizce dersi gibi az öğretmenin olduğu bir branşta, yeniden birilerini bulmak pek de kolay olmayacaktı. Burası özel okuldu. Yeni bir sezona başlarken eksik bir kadroyla öğrencinin karşısına çıkarlarsa hiç de iyi olmazdı. İnsanlar öğrencilerini kendilerinin eğitim ve öğretimdeki hassasiyetine güvenerek göndermişlerdi. Şu an ise bu güveni sarsabilecek bir durumla karşı karşıya idiler.


"Hocam, siz kendi açınızdan haklı olabilirsiniz; fakat biz size güveniyorduk. Onun için de kimseyle anlaşmadık. Doğru, biz başkaları kadar size tatmin edici bir ücret veremiyoruz. Ama siz de biliyorsunuz ki biz, öğrenciden aldığımızı yine öğrenciye daha kaliteli bir eğitim vermek için harcıyoruz. Yine de siz 

bilirsiniz..."

Müdür Beyin biraz tepki göstereceğini zaten önceden tahmin etmişti. Eh, olacaktı o kadar. Fazla önemsemedi. Konuşma sırasında soğuyan çayını da aaaaaaayıp izin istedi.


Okulların açılmasına daha iki hafta vardı. Fakat hemen hemen her gün, öğretmenler okula uğruyordu. Yeni döneme ait yıllık plânlar, programlar yapılıyor; toplantılar düzenleniyordu. 


Yeni okulunda meslektaşlarını tanıdıkça, içinde kendisini rahatsız eden bir şeylerin varlığını hissetmeye başladı. Pek de kafa dengi insanlar değillerdi açıkçası. En ufak boşluklarda, toplantı aralarında herkes borsadan, tuttuğu takımın yeni transferlerinden bahsediyordu. Kimileri idarecilerin olmadığı yerlerde, okulun verdiği ücreti az bulduğunu bile rahatlıkla söyleyebiliyordu. İnsanî münasebetler, samimiyetten uzak bir havadaydı... 


Oysa eski çalıştığı yerde böyle değildi öğretmenler. Onların yanında kendisi biraz yaşlıca sayılırdı. Okul müdürü de dahil, herkes kendinden gençti. İsminin sonuna, bir "ağabey" sıfatı ekleyerek hitap ederlerdi.


Toplantılarda, idealist olmanın heyecanıyla coşan genç öğretmenlerin beyin fırtınaları doldururdu ortalığı. Orijinal fikirler gün yüzüne çıkardı. O genç öğretmenlere imrenirdi. Ya şimdi... Öğrencilerin başarısı göstermelik konuşuluyor, yeni döneme ait çok ciddi fikirler söylenmiyordu. Herkes, toplantılar biran önce bitse de evimize gitsek diye düşünüyordu. Okul müdürünün kurul tutanaklarına geçen konuşmaları bile, yıllanmış ifadeleri andırıyordu. Klasik düşüncelerdi söylenenler. Soğuk ve bir o kadar da resmi...


İki kişinin karşılıklı restleşmesiyle, kendisini saran düşüncelerden sıyrılıverdi. Dikkatini hemen toplamaya çalıştı. Sonuçta kendi iyi olmalıydı. Başkalarının kötülüğü, kendisinin meslekî başarısına elbette gölge düşüremezdi, düşürmemeliydi de. Buna fırsat vermemeliydi. 


Fakat toplantının tartışmayla sona erdiği o günden sonra yer yer, "Acaba buraya geçmekle iyi mi yaptım yoksa kötü mü?" diye düşünmekten kendini alamıyordu. Bir taraftan da eski çalıştığı kuruma vefasızlık etmiş olduğu düşüncesi, içinde burukluk oluşturuyordu. İşin doğrusu, hâlâ düşünce dünyasındaki gelgitlerle boğuşuyordu. 


Kara ikliminin hakim olduğu şehirde, sonbaharın ilk soğukları geceleri kendini hissettirmeye başlamıştı. Yazın bunaltıcı sıcağında uyumakta zorlanırken, şimdilerde uykular da bir serinliğe bürünmüştü. 


Sabah namazına ilk önce hanımı kalkar, sonra da kendisini uyarırdı. Uykusu ağırdı. Kendine gelmesi zaman alıyordu. Fakat bugün öyle olmadı...


Her gün erkenden kalkan hanımı, bugün kocasının hıçkırıklarıyla uyandı. Biraz da telâşlanmıştı. Hıçkırıkların sebebini sormaya çalıştı titreyen sesiyle. Eşi cevap vermedi, veremedi. Daha da artan hıçkırıklar, farklı tonda verilen birer cevap gibiydi. Omuzlarından şefkatle tuttu: "Söylesene Allah aşkına, ne oldu?" 


Neden sonra kesik kesik konuşmaya başladı. Dudaklarından zorla çıkan birkaç kelimenin arasında, hıçkırıklar artıyor, kesilince tekrar konuşmaya başlıyordu: "Bu gece rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm!" 


Sözün gerisini getiremedi... Yutkundu, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla gözyaşlarını silmeye çalıştı. 


"Yüzü biraz sertti. Bana kırgınlığını hissedebiliyordum. Sonra beni kucağına aldı, eski görev yaptığım okulun merdivenlerine bıraktı. 'Artık senin yerin burasıdır. Sen vefasız olamazsın.' dedi."


Biraz kendine gelmişti. Rüyayı eşiyle paylaşınca rahatlamıştı. 


"Bey, işin doğrusu benim de gönlüm pek razı değildi oradan ayrılmana. Varsın maddi sıkıntılarımız olsun. Değil mi ki, kalbin huzurlu; ne ehemmiyeti var! Bu düşüncelerimi sana bir türlü diyememiştim. Çok şükür, Rabb'im seni seviyormuş ki, Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz’i rüyada da olsa, bir uyarıcı olarak sana nasip etmiş."


Abdest almak için kalktılar...


Ömründe böylesine güzel bir namazı ilk defa kıldığını düşündü. Hafif kımıldayan dudaklarından âyetler dökülürken, hayalinde Kainatın Efendisi'nin görüntüsü vardı. Kırılgan bakışı silmek istiyordu zihninden. Gözyaşıyla ıslanan kirpiklerinin arasından, acaba Efendimiz'e ait sıcak bir tebessüm yakalayabilir miyim diye hayal ediyordu. 


Güneşin biran önce doğmasını, zamanın su gibi akıp geçmesini istiyordu. Hiç vakit kaybetmeden gidip anlatmalıydı rüyasını. Yüzüstü bıraktığı insanların gönüllerine kutlu bir rüya ile gelen hakikatin o tatlı fısıltısını duyurmalıydı.


Evet, gidip anlatmalıydı...


Ve ben artık ömrünün sonuna kadar sizinle çalışacağım demeliydi...

Evden çıkarken, ışıl ışıl parıldayan güneşin ilk defa böylesine güzel olduğunu fark etti. Tıpkı aydınlık bir rüyanın sabahında kıpır kıpır olan yüreği gibi...

1 Temmuz 2013 Pazartesi

susuyorum

 Ne keyifle okuduğum şiirler ezberimde, ne de bağıra çağıra söylediğim şarkıların sözleri. Dalgın gözlerle yürüdüğüm caddelerde kayboluyorum. 

 Sonsuz bir inatla sarıldığım radyodan gelen o harika melodilerin de tadı yok? Peki ya o yağmurda iliklerime kadar ıslanmalarımı kim çaldı benden? Bilmiyorum!

 Susuyorum artık... Sustukça susuyorum. Sustukça, üzerime gelen insanlardan kurtarmak için ruhumu, suskunluğuma sarılıyorum. Ama yine de saplanıyor yüreğime bazı kelimeler. Bazıları da acıtıyor üstelik… 

 Sessiz geceler benim için sığınılan bir liman sanki. Kendimi bulup bulup kaybettiğim karanlıkta, şöyle bir uğradığım kelime hazinem de bir anlam ifade etmiyor. Düşünüyorum da bu güne kadar hep; gibi yazmışım, gibi okumuşum, gibi söylemişim ve en önemlisi; gibi sevmişim... 

 Elbette hiçbir şey, ben ol deyince olmaz. Bunu biliyorum ama zaman da geçiyor hızla. Tükenmez sandığım bütün sözler bitiyor ve ben de yavaş yavaş tükeniyorum... Onca yıldan sonra; hayata dair ne kaldı ki elimde? Kocaman bir hiç! Öyleyse neden bunca çaba, neye bunca isyan?

 Öyle anlamsızki yaşadığım hayat. Her şey az sonra gerçekleşecekmiş gibi duruyor,
elimi uzatıyorum tutmak için, kayboluyor. Benim dışımda kopuyor bütün kıyametler
ve ben kendime uyan bir kıyamet beğenmiyorum… 

 Kalbime bir kurşun sıkacak gönüllü katilimi arıyorum ya da yüreğime su serpecek elin sahibini... Toprağa ateşi düşürecek, denizi yakamozlarla süsleyecek sesin sahibini… Artık basit şeyler bekliyorum yaşamdan. Örneğin, kimselerin bilmediği sırlarım olmalı ölürken... Kimselerin gitmediği sokaklarım olmalı... İçimi
kanatan özlemlerle yaşlanıp, sonra da sessizce gitmeliyim bu dünyadan. 

 İşte yine susuyorum; siyah bir geceye dönüyor her anım ve okuduğum her şiir
kanatıyor yaralarımı. İçimdeki çocuk ölüyor... Yalancı gülümseyişlerle beni ciddiyete çağıran insanları da önemsemiyorum. Elimden kayıp gidenlerden korkmadığımı bilmiyor ki hiç biri…

gelmeyen baharlara

 Dağlara karlar yağmış yine Güneş bulutların arkasına saklanmış düşlerimiz gibi.
 Ne zaman gelecek baharlar
 Okuldan gelirken düştüm bizim sokakta ..Defterlerim, kitaplarım, kalemlerim dağıldı etrafa,babamın aldığı yeni kalem kutusunun üzerinden de kocaman bir araba geçti. Kimse gelmedi yanıma elimden tutup kaldırmadı. İçime kocaman bir taş oturdu sanki. Sanki beni görmediler güç bela kalktım,gözlerimde yaşlar kalbimde açılan yaranın eseri.. Ne olmuş bu insanlara kalplerine karlar mı yağmış.
 Öğretmen mutluluğun resmini çizin evde, yarın da getirin dedi, güneşi çizsem, baharı çizsem olur mu mutluluğun resmi ama olmaz ben görmedim ki baharı nasıl çizeceğim offffffff bahar nasıl bir şey hep dersin ya baharda etraf cıvıl cıvıl olur diye yok mu bir resmi göstersen bana. Anneannem anlatırdı ramazanda iftar çadırları kurulurmuş iftarda herkes birlikte neşeyle yemek yermiş, Hacivat karagöz oynatırlarmış çocuklar kalkmazmış başından ,her akşam sırayla limonata dağıtırmış komşular herkese, sahurda bile yemek dağıtırlarmış birbirlerine … O insanlar bu insanlar mı acaba… Çok mu zaman geçti aradan nasıl değişti insanlar bu kadar..
  Tozlar mı kapladı iyiliklerin üstünü.Ne zaman girdi sözlüklerimize bu cümleler “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın,bana ne,başkası yapsın,hep ben mi yapacağım………..” Söylesenize hiç bahar gelmeyecek mi bu şehre hep böyle karanlıklar mı karşılayacak bizi, birbirimize baktığımızda donuk bakışlar mı göreceğiz hep. Anlatsana bana bahar nasıl gelir çiçekler açar mı ne renktir çiçekler gülü kitaplardan tanıyorum gerçekten çok güzel kokar mı, kuşlar da öter mi baharda; nasıl öterler peki?
 El ele tutuşsak tüm çocuklar seslensek bahara “gel artık bahar” desek gelir mi acaba? Gel bahar erit içimizdeki buzları güneşler doğsun yüreğimize..

ay'ın karanlık yüzünde

Aslına bakarsan, ufak ve ucuz zevkleri olan biriyim. Belki de bu yüzden kendime çaktırmamaya çalışsam da neredeyse onların tamamından mahrumum. Şu an en çok neye hasretim biliyor musun -tüm romantik ve mantıksal kıyafetlerimizi çıkarıp sadece gerçek bizi oluşturan iç çamaşırlarımızla oturup düşünürsek- mayıs ayının ortalarında olmaya, penceremi açmaya, cereyanda kalabilmek için -o hem ılık, hem soğuk, harika rüzgârı hissedebilmek amacıyla- balkonun kapısını da açmaya ve eskiden yapabildiğim gibi hiçbir şeyi umursamadan, sanki kendim olmaktan istifa etmiş -ve hatta insan olmaktan da istifa etmiş- gibi oturup tekrar tekrar çalan Addicted’ı dinlemek… Durumla bir alakası olduğundan değil. Caz da zevklerim arasındadır.
Peki en son ne zaman yapabildim bunu? O kadar da karamsar olma… Geçen sene yapmıştım. Üstelik duruma daha çok uyan bir şarkıyla: Ey Özgürlük! Mesela ondan önceki sene de Maggie’s Farm ile yaptım. Ama Bob Dylan versiyonu olmadığı için duruma çok uygun kaçmadı. Ama aslında duruma tam anlamıyla uygundu. Çünkü artık ne Maggie, ne Maggie’nin anası, ne Maggie’nin babası, ne de Maggie’nin kardeşleri için çalışmayacaktım!
Yılda bir kez… Ama sebebinin "çok çalışmak" olduğunu düşünüyorsan tam bir öküzsün arkadaşım… Adama saf derler… Sittir et iki dakika saçma sapan düşünceleri. Hatta sen de bir yerlerden bulup dinlemeye başla: Amy Winehouse-Addicted. Ama bırak kendini. Önce gözlerini kapat. Gözlerini kapatıp kendini bırakınca zaten sağ bacağın otomatik olarak ritm tutmaya başlayacak. Sonra da sağ elin, parmağını şıklatmaya başlayarak ritme katılacak. Ama uzun sürmez. Çünkü hepimiz toplumun hakkımızdaki düşüncesine her şeyden çok önem veren insanlarız. Bu yüzden birkaç saniye içinde “Uzaktan nasıl gözüküyorum ki lan?" korkusuyla kendine geleceksin ve fark edeceksin; gayet mutlu bir şekilde kendini müziğe kaptırmışsın be köftehor!
Bu arada aklıma gelmişken söyleleyim. “köftehor" da Farsça kökenlidir dostum… “köftehor" bile Farsça kökenlidir…
Ama işte insanlar bu yüzden öksürük şurubuna ya da Jack Daniel’s’a başlıyor -Ama ota filan değil. Onlar ayrı bir tür- Bir şekilde her an üzerinde taşıması gereken tüm kıyafetlerden kurtulabilmek için. Kısa bir süre bile olsa eşofmanlarını giyebilmek için…
Mutluysan keyfini çıkar dostum ve komplekslerin için de üzülme. Çünkü kompleks hâline getirdiğin o şeyler sayesinde mutlusun aslında. Onlarla barış ve onlarla birlikte mutlu yaşa. Bense Jack Daniel’s almaya gideceğim ve sana kadeh kaldırarak eşlik edeceğim. Çünkü sen şanslı olan taraftasın. Bense kendi aptallığımdan şassızlığı seçtim. Zehri içip kahin oldum… Hepimizin sonunu görebiliyorum. Ama suç bende. Uyarılara kulak asmadım. İnsan Platon’u bile mi dinlemez… Dinlemezmiş demek…
Neyse canım… Tüm ölülerimize, kendi ölülerini gömen ölüme…  Şerefe!